Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, yazar Buket Uzuner ile bir araya gelerek 'yazmak neden değerli bir eylem?' sorusu üzerine konuşuyor.
Yazı, tarih boyunca insanlık için en güçlü ifade araçlarından biri olmuş. ‘Kelimelerle Yolculuk: Hayatı Dönüştüren Yazı Sanatı’ başlıklı söyleşimizde, yazının gücü ve değerini değerli Buket Uzuner ile ele aldık. Bu söyleşi, yazmanın sadece bir bilgi aktarımı aracı olmadığını, aynı zamanda bireysel ve toplumsal dönüşümün bir motoru olduğunu da vurguluyor. Yazı, kişisel deneyimlerin, düşüncelerin ve duyguların kalıcı bir izdüşümü olarak, okuyuculara yeni perspektifler sunan bir araç belki de… Ve tabii toplumsal değişime de ilham veriyor. Söyleşimiz, yazmanın zorluklarını ve yazı yoluyla kendimizi ifade etmenin bize sağladığı faydaları keşfederken, yazının insan hayatındaki yerini ve önemini yeniden değerlendirmemizi de sağlıyor. Bu serinin ikinci söyleşisinde konuğum Gündüz Vassaf olacak. İyi dinlemeler…
Utku Perktaş.: Merhaba, iyi akşamlar herkese, Antroposen Sohbetler’e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. 2023 yılının Ağustos ayı içinde bir program serisi yapmıştım ve konumuz kitaplardı, ‘Kitaplar neden hayatımızda?’ sorusunu yanıtlamaya çalışmıştık. Programda, kitapların zamana karşı çok dirençli nesneler olduğu ve bilgiyi, hikayeleri aktarmak için hiç eskimeyecek, her zaman hayatımızın bir parçası olacağını konuşmuştuk. Ancak kitapları ortaya çıkmasını sağlayan eylem, yazmak...
Okumak hemen herkesin yapabileceği bir eylem ancak yazmak ayrı bir şey, ayrı bir yetenek ve kolay da değil esasında. Peki yazmak neden zor bir eylem ve neden değerli? Zor olduğu için mi, yazılı kaynakları, kitapları hayatımıza soktuğumuz için mi? Burada bir neden var. Bu nedeni aslında bugün konuşacağız. Bunun gibi aslında bir takım sorular da var, onları da konuşmaya çalışacağız. Ama bunu sorabileceğim kıymetli konuklara ihtiyacım vardı. Sonuçta bu soruyu herkese soramıyorum. Yazmanın ne olduğunu bilen, yazabilen, okur yazarlığın dışında yazma eylemini iyi yapabilen konuklara ihtiyacım vardı ve bu noktada da bugün Buket Uzuner ile beraberiz. Kendisi yazar ve edebiyatçı; biyolog olmasının da altını çizeceğim. Çünkü meslektaşım ve arkadaşım. Ben çok mutluyum Buket Hanım ile arkadaşlık yapabildiğim için, bunun da altını çiziyorum. Buket Hanım, hoş geldiniz demek istiyorum size. Vakit ayırdınız, geldiniz, eksik olmayın! Çok teşekkür ediyorum. Nasılsınız?
Buket Uzuner: Teşekkür ederim Utku. Ben de söylediklerinin hepsine katılıyorum. Bir de aynı okuldan mezun olmamız, okuldaşlık gibi. Türkiye'nin en iyi biyoloji okullarından Hacettepe mezunuyuz ikimiz de ve bunun da altını çizmek isterim. Evet, her zaman bilim ya da biyoloji değil, bu defa edebiyat konuşacağız, buna da seviniyorum. Çünkü senin de iyi bir okur olduğunu biliyorum. Hatta birbirimize kitap önerileri de yolluyoruz arada sırada. Ama sanıldığı gibi hepsi bilimsel kitaplar değil; edebiyat kitapları da öneriyoruz birbirimize. Bugün değişik bir yolculuk yapacağız diye umuyorum.
U.P.: Çok da güzel olacağını düşünüyorum ben. Dolayısıyla sizi çok bekletmeden yavaş yavaş sorularıma geçeyim şimdi.
Geçtiğimiz Ağustos ayı içinde, programın başında söyledim, bir seri programla kitapları konuşmuştuk ve ‘Kitaplar neden hayatımızda?’ sorusunu yanıtlamaya çalışmıştık. Şimdi dijital çağda kitapların varlığı ve etkisi hakkında çok kısaca sormak istiyorum; Neden kitaplar hayatımızda? Düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz? Hala kitaplara ihtiyacımız var mı? Çünkü herkes kitap okuyor - dijital kitaplar var vebilgiye ulaşmak anlamında internet gibi kocaman bir olanak var yani hemen herkesin elinin altında. Dolayısıyla kitaplar neden bizim hayatımızda? Kısaca bunu bir sormak isterim size, sonra da programımızın ana eksenindeki konuya geçelim.
B.U.: Elbette, bu çok konuşulan bir konu. Benim çocukluğumda şiir öldü, roman bitti, sinema bitti gibi her yıl yeni bir tartışma çıkardı. Şairler çıkıp, ‘şiir öldü’ derlerdi. Ben de çok üzülürdüm, ne yapacağım ben diye sorardım. O zaman şiir, roman ölürdü; şimdi ise kitaplar ölüyor.
Aslında bütün bunların altında formatlardan bahsediyoruz. Bunların hepsinin altında hikaye yatıyor. Hikayenin insan yok olmadan ölmesi mümkün değil. Çünkü biz hikayeden öğrenen canlılar, başka türlü öğrenemiyoruz, ondan da emin değilim. Yani üç tek tanrılı kitaba baktığımızda içi hikayelerle dolu, hatta fantastik kurgularla dolu. Yani Su romanında, benim de kullandığım Yunus Peygamber hikayesi - mesela Dicle - Fırat... Oranın debisi ne kadar yüksek ki? Memeli bir deniz hayvanı var. Yunus Peygamberi yutuyor, o ölmüyor. Allah'a inancını dile getirdiği için karnından çıkıyor hayvanın canlı canlı ve ondan sonra onu görenler de Allah'a iman ediyorlar ve o peygamber oluyor. Şimdi bu olacak şey mi? Değil. Ama buna inanırsın diye Kutsal Kitap’ta da var bu. Orada Yonah adı - Araplar Yunus diyorlar ve biz de oradan almışız Yunus'u.
Şimdi bu ne? Kıssadan hisseden yani meselden öğrenen bir yapıya sahip Homo sapiens. O yüzden insan denen Homo sapiens'e Homo narrans diyenler de var. Yani üretimden gelen, hikayeden öğrenen canlıyız aynı zamanda. Bir kediye bunu yapmanız gerekmiyor ya da bir Yunus'a. Onu ona öğretmek için maalesef insanlar işkence yöntemleri falan geliştirmişler ve ona da evcilleştirme diyoruz kibarca. Tamamen evcilleştirme bir işkence töreninin sonunda hayvanın kendi iradesini kırmakla ilgili bir kavram maalesef. Bütün hayvanat bahçeleri, yunus parkları, hatta evimize aldığımız kediler bile... En uysalını falan seçiyoruz. Evi dağılmasın, kakasını kutuya yapsın. Bunlar ne? Doğasını bozmak... Öyle böyle bir kötü değiliz yani bayağı kötüyüz. O yüzden ben formatın değişse de hikaye anlatmanın son insan kalana kadar devam edeceğini düşünüyorum. Hadi bir distopik şey kuralım. Şu anda tek insan kaldı dünyada ve bunu biliyor, korkudan kendince hikayeler anlatmaya, şarkılar söylemeye, annesinin öğrettiği ninniyi mırıldanmaya başlayacaktır.
Bütün bunların hepsi hikaye, ille bir kağıda basılması ya da kaydedilmesi gerekmiyor. Onun için böyle bir şey söz konusu değil. Formatı değişecek belki ileride, hakikaten telefonlarda kalkınca bir çiple alnımıza ya da bir yerimize dokununca o çalışacak ve bir hikayeyi birisi okuyacak ya da başka türlü algılayacağız. Ama hikayenin, romanın, öykünün her formunda olabilir bu film. Film nedir? Sinema senaryodur. Yani iyi bir senaryosu olmayan, dünyanın en iyi şeyini çekseniz bile o bir aslında bir hikayedir. Müzik nedir? Bir şarkının da mutlaka duygusu, bir hikayesi vardır. Resim nedir? Resim boyayla hikaye anlatmaktır. Hepsinin altında hikaye yatar.
Bana çok kızan arkadaşlarım var ama hazır seni de biyolog olarak bulmuşken şöyle diyeceğim; bütün bilimlerin anası biyoloji, bütün sanatların anası da edebiyattır. Edebiyatın eski adı da mitoloji. Yani aslında insanların, hep böyle gözümüzde canlanan ateşin başında oturmuş hikaye anlatan nineler ve dedeler ki onlar ak saçlılar kadınlarmış ak sakallılar da erkeklermiş, şimdiki Türkiye Türkçesinde ak sakallı da, ak saçlılar da bilge erkeği olarak kullanılıyor vebu kesinlikle yanlış - oradaki ak saçlılar, ninelerimiz ve iyi biliyoruz ki kadınlar daha sözel olduğu için, öyle yaratıldıkları için onların ilk hikayeleri söylemeleri, gökteki yıldızlara ilk isim verenlerin de ben kadın olmasaydım da kadınlar olduğunu düşünürdüm. Orada anlattıkları o hikayeler,o zaman yazı icat edilmediği için sözlü gelenek yani bugün bizim yazdığımız hikayeler. Hatta Ateş romanının girişinde de onu kullanmıştım; ‘Bugünkü edebiyatçılar, geçmişin mitoloji söyleyicileridir’ diye daha güzel söylenmiş bir cümle var, ilk başta hoşuma gitmemişti, 20 sene önce bu ne münasebet falan demiştim. Ama biraz daha gördüğünü, duyduğunu anlamaya çalışmak tecrübelerle gelişiyor. Aslında gelişmeden öyle gidenler de var ama çok şükür ben öğrenmeye çalışanlardanım - en azından bunu başarıyor muyum, o da ayrı bir konu.
Oradaki söylenceler aslında bizim yaptığımız şeylerin toplu halde yapılışıdır. Biz yazıyoruz ama aynı şeyi yapıyoruz. O yüzden böyle hiçbir endişem yok. Ama formatı değişebilir. Evet, yani şimdi uzun kitapları okumuyor gençler deniyor amaokuyan da var. İleride belki hiç kağıt kitap olmayacak ama biz yaşadığımız sürece onu seveceğiz, gençler arasında da sevenler olacak. Biraz sonra Marguerite Duras'dan bahsedeceğim. Onun yazmak üzerine bir kitabı var artık bende, paramparça olmuş, o kadar eski ve içine şöyle yazmışım, bugün açınca gördüm. En az 10 tane alıp hediye etmişim ve orada şunu söylüyor; ‘Dünya değişecek, değişiyor.’ Bunu 90’larda söylemiş ve ‘Her şey görsel olacak, hikaye bitecek ama her şey değişiyor’ diyor. Bir de şimdiyi görse herhalde çıldırırdı. Çünkü 1910'larda doğmuş bir kadın. Öyle düşünün. Onun için 90'lar ki 20. yüzyılı yaşamış ve20. yüzyılın sonu bile korkunç geliyor. Bir de bu 21. yüzyılı görseydi, onun için çok uzun yaşamamak gerekiyor galiba, az çıldırarak gitmek daha iyi. Orada diyor ki, ‘Ama sonunda, bütün bu kazıların sonunda insan yeniden okumayı keşfedecek, yeniden okumaya başlayacak.’ Bunu öyle bir söylüyor ki şifa olarak ve demin söylediğim ile birleştirirsek, bilmiyorum o şekilde mi söyledi bunu? Daha çok siyaset bilimi okumuş. Yani doğa bilimleri çok çalışmamış ama müthiş zeki ve entelektüel bir kadındı, biliyor olabilir. İnsanın ancak okuyarak öğrenilen bir canlı, bir hayvan olduğuyla birleştirebiliriz. Çünkü diyor ki; ‘Sonunda, en korkunç zamanların içinde bir insan çıkıp okumayı yeniden keşfedecek ve sanki bir şifa gibi insanlığa iyi gelecek’ diyorve ses tonuyla, ‘Ve sonunda bir gün o kaosun ortasında bir insan çıkacak ve okumayı yeniden keşfedecek’ diyor. Böyle bir şey.
U.P.: Aynı şeyi Ağustos ayındaki seride Can Kozanoğlu ile de çok kısa konuşmuştuk. Ona da sormuştum ve o da sizin yaklaştığınız gibi yaklaşmış, hikaye anlatmak üzerinden örnekler vermişti. Onun da kulağını çınlatmış olayım buradan.
B.U.: Ben de çok severim kendisini zaten. Yani sevmek de aslında ortak fikirlere sahip olmak gibi bir şey. Aynı zevklere sahip olmak sevginin de bir yolu. Biraz bencilce ama öyle galiba.
U.P.: Can Kozanoğlu ismini biliyordum. Çok sevdiğim İstanbul'daki bir arkadaşımla onu birazcık daha derin okuma fırsatı bulunca yollarımız da kesişti, tanıma fırsatı da bulmuştum. Aynı şeyi düşünüyorum sizinle.
B.U.: Evet.
U.P.: Şimdi o zaman ben programın asıl yani bugün birlikte olmamızın ana eksenindeki konuya geçiyorum, yazmanın zorluklarına biraz odaklanmak istiyorum. Bir metin oluştururken, bir kurgu yaparken duyguları ifade etmeye çalışmak zor olsa gerek. Bu benim bildiğim bir şey değil esasında ama şöyle düşünüyorum; yazmak, anılarımızı daha olumlu algılamamızı ve kendimizle ilgili deneyimleri tekrar değerlendirmemize yardımcı olabilir mi acaba? Siz sonuçta iklim kurgunun en iyi örneklerini Türkiye'de yapıyorsunuz, mesela tabiat dörtlemesi ve daha önce yazdıklarınız, romanlarınız... Bunlara bu anlamda bakınca kurgu yapıyorsunuz, sonuçta kendi kişisel deneyimleriniz de bunun içine giriyor mu? Ve sizin gibi üretken bir yazar hayatında yazmanın avantajlarını yaşıyor mu? Bunları sorarak sözü size bırakayım.
B.U.: Bu soruya girmeden ‘neden yazıyoruz?’ ve ‘yazmak nedir?’ diye devam edeyim eğer iznin olursa...
U.P.: Tabii, lütfen rica ediyorum. Ben böyle başladım ama söz sizde, nasıl isterseniz.
B.U.: Çok kişisel bir şey, oraya da vaktimiz olursa geliriz. Ama bu yazmak nedir ve yazar olmak isteyen insanlara, gençlere benim sorduğum soru şu; Neden yazmak istiyorsun? Çok basit, görünen bir şey aslında. Genellikle cevap veremiyorlar. O zaman yardımcı olmak istiyorum. Ünlü ve zengin olmak için mi? Bakıyorlar yüzüme, eğer ben ünlü ve zengin desem hemen söyleyebilirler ama ben biraz aşağılayarak söylüyorumçünkü ilgisi yok. Hele Türkiye gibi sadece en çok okunan kitabın 300 bin dolayında sattığı, okunduğu düşünülürse, 85 milyonun - hadi 80 yapalım onu - çok komik bir rakam ve nüfus arttığı halde bu 300 bin sayısı artmıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde hala ve henüz bir milyon baskı yapmış bir kitap yok ilk baskıda. Bu çok korkunç bir rakam. Çünkü Finlandiya’da beş milyon ve pek çok kitap da bir milyon basılıyor. Tabii devletin katkısı, kütüphaneler falan filan, o ayrı bir konu. Bunun nedenleri tartışılır. Ama neden yazarız meselesini sorduğumda, çok ender olarak ‘yazmak zorundayım’ yanıtını alıyorum.
Ben kendime baktığımda, çok küçüklüğümden beri yani yazmayı bilmeden, okuma yazmayı bilmeden, blok notlara kurşun kalemle yazıyor havası vererek çizgiler yaptığımı hatırlıyorum. Annem saklamış bazılarını zaten. Hani o çocukların yuvarlak böyle tuhaf karalamaları olur ya öyle şeyler. Hatta pazara annemle gidiyoruz, Pazarda herhalde göz kırparak pazarcıya annem diyor ki, ‘Bu da gazeteci olacak abisi. Birkaç sorusu var, röportaj yapacak sizinle.’ Adam da ‘Tabii tabii’ diyor. Tabii yani müşteriyi kaçırmamak için, yoksa bununla uğraşır mı? Bir de kızın birisi beş - altı yaşında. Ben soruyorum işte yazıyormuş gibi, ‘İşinizi seviyor musunuz?’ ‘Maşallah’ diyor, ‘Bu yaşta yazıyor.’ Herhalde göz kırpıyor çünkü yazı yazmayı bilmiyorum, çiziyorum oraya bir şeyler ama o şeyi seviyorum. Birisi bir şey söylüyor, ben not alıyorum. Sonra sorulardan en sonuncusu yarım kalıyor, ‘Karınız var mı?’ ‘Evet.’ ‘Karınız mutlu mu?’ - soru burada bitiyor. ‘Sana ne be!’ falan diye bağırmaya başlıyor. Bu çok edebiyatçı sorusu. Yani ‘kaç çocuğunuz var’ falan gazeteci bunları sorar, ‘karınız ya da çocuğunuz ya da siz mutlu musunuz?’ Bir hal, insanlık halini soruyor. Orada çok önemli bir ipucu var. Annem beni sürükleyerek, göz kırparak bana ‘Hadi koş koş! diye kaçardık biz. Böyle çok anı var benim. Sonra oğlum doğduğunda mesela, onun konuşmayı anlamaya başladığı bir yaş civarında ona hep şunu söylüyordum, bu da çok ilginç bir şey, o bunu anlıyor muydu ya da anladığı zaman ‘annem acaba ne kadar tuhaf’ diye düşünüyor muydu? Çok insan tanımadığı için bir yaşında, herhalde normallik böyle bir şey sanıyordu. ‘Ben seni hayatta yazmak kadar çok seviyorum, hatta yazmaktan daha çok seviyorum’ diyorum, ‘Bunu unutma!’ O da diyordu ki, ‘Babamı sevmiyor musun?’ O kadar üzülüyordu ki, şimdi o kadar doğal bir tepki verdiğini anlıyorum ki... Benim amacım da şuydu; o kadar tutkuyla bağlıyım ki yazmak işine, her şeyi unutabilirim ama orada biraz kendime de bir şey söylüyorum - bu çocuğu da o kadar seviyorsun, bu ne kadar endişe verici bir şey - durum belirlemesi... Çocuğa da söylüyorum ki duyarsa bir yerde yazmayla ilgili benim heyecanımı, annem yazmayı daha mı çok seviyor demesin diye. Bu da çok irkiltici bir şey ama bu derece gerçek olan bir şey.
Sait Faik'in o meşhur "Haritada Bir Nokta" hikayesini okuduğum zamanlar herhalde lisedeyim. Hikaye çok basittir - bilmeyenler de lütfen okusunlar artık. Sait Faik ölümünden 70 yıl geçtiği için bütün kitapları telifsiz yayınlanabiliyor yani internetten de bulabilirler. “Haritada Bir Nokta”da bir ütopya, ütopik bir yer aramak istiyor, insanların huzur içinde olduğu, mutlu olduğu, tabii adası, İstanbul Adası, Burgazada, daha çok orada yaşıyor, annesinin evinde. Oradaki, adını vermeden oradaki balıkçılarla insanların ilişkisini anlatıyor. Çok mutlu ve ütopik bir ada. Balıkçılar balık getiriyorlar, o sırada tabii denizleri böyle kirletip vahşice çevreyi yok etmediğimiz için bir balık cenneti Marmara Denizi. Balıkçılar geri geldiğinde orada ayakçı denen - balıkçılık kelime hazinesinde - bir takım çok parasız işsiz insanlar var. O adamlar toplanıyorlar, kıyıda taşımacılık yapıyorlar. Aslında olmasalar da olur ama bunu yapmalarının sebebi üç - beş balık alabilmek. Balıkçılar da genellikle bunlara veriyorlar o balığı. O kadar bol ki, kediler ve bu işsizler balıklardan alıyorlar. Sait Faik de orada oturmuş onları seyrediyor. O zamanda diyor ki, ‘Böyle bir ada, böyle bir haritada mutlu bir yer bulursam, paylaşmanın, güzelliklerin, insanların kavga etmeden yaşadığı bir yer bulursam yazmayacağım veya yeter artık’ falan diyor. Onları böyle içsel mırıldanıyor öykü boyunca. Orada oturup seyrederken, herkes birkaç balık alıp evine götürüyor. Bir tanesi çok çekingen. En sona kalıyor ayakkabısız, yırtık her yeri. Üstü başı perişan bir adam. Balıkçılardan bir tanesi, o gidip elini uzatınca ona hakaret ediyor, itiyor. O da çok mahzun bir şekilde ve aç olarak geri dönüyor o zaman. Sait Faik dayanamıyor, o kadar altüst oluyor ve diyor ki - bu cümleler işte benim neden yazmayı, neden yazdığımı anlatan şey bu olmuştu ve Sait Faik bunu bulmama yol açmıştı kendi ana dilimden, bu kadar önemli bir yazarın bunu başarması, keşke yaşasa ve görseydi, bir yazarın o anda başka bir yazara ilham olduğu, hele o yazarı severse, genç yazarı severse yaşadığı mutluluk, Nobel Ödülü falan onun yerini tutamaz herhalde - o kadar büyük bir şey ki, o şeyi bayrak yarışında meşaleyi ona uzatmış ve alev alev yanarken demek - şöyle diyor, ‘Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet, neme gerekti, Yapamadım. Koştum tütüncüye kalem kağıt aldım, oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa, küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çekimi çıkardım, kalemimi tuttum, tuttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli olacaktım." Bu! Bakın, şu anda bile yani yemin ederim tüylerim diken diken, ‘yazmasam deli olacaktım’ diye bir şey var ve ah evet olmuştum.
Amerikalıların ‘a moment’ dedikleri o müthiş aydınlanma anı - Ona da tam bir karşılık bulamadım, bulursan lütfen bana söyle - Hah, işte bu yani aslında evet, işte ben böyle hissediyorum ve o kadar güzel yazmış ki bir daha bu yazılamaz. Kalemi öpüşü mesela. Çünkü o bir çığlık, çığlığını atacaksın yani. Hep şeyi söylerim ben. Belki biraz bana takılanlar oluyor. Ben meselesi olan yazarları seviyorum diyorum, ‘amma mesele ettin’ diye takılıyorlar bana. Bazıları sertçe takılıyor ya da kabaca ama gerçekten mesele bu işte. Yani oradaki o haksızlığı gördü, paylaşılmamayı gördü,, insanın insanı aşağılamadan aldığı hazzı gördü. Yani orada balık da vermeyebilir de o balıkçı, ‘Kardeşim bugün yok, kusura bakma’ diyebilirdi. Öyle yapmadı, onu azarladı, itti, aşağıladı. Zaten o yoksul ve aşağı hissediyordu. Bu hiçbir şey yapamadı zaten dal gibi bir adam yani. Gidip erkekler arası konuşma olmayacağına göre boğuşup görüşecekler ya da dövüşecekler. Bu öyle bir şey yapacak tipte birisi de değil ki istese de zayıf bir adam Sait Faik ve o yüzden ne yapabiliyor, yazabiliyor. İşte deli olmamak için, belki de delirdiğimiz için. Şu anda toplumda yaşadığımız şeyler, dünyada ve Türkiye'de yaşadıklarımız. Hepimiz belki devirdik, normalleri farklı görüyoruz. İşte delirmemek için yazmak lazım. Başka çarem yoktu, mutlaka yazmak zorundaydım, diye yazılır. Bunun dışında yazanlar ünlü olmak istiyorlardır, zengin olmak istiyorlardır. Ama Türkiye'de çok yanlış bir alan bu. Başka alanlar var, görünen şeyler yapsınlar, yüzünüz görününce para kazanıyorsunuz.
U.P.: O zaman şöyle anlıyorum yani yazma eylemi içsel değiştirilecek bir eylem. Böyle yani öbür türlü sırıtan bir eylem. Herkesin yapamayacağını söylüyoruz, içselleştirerek yazabiliriz...
B.U.: Hayır, yapan ve çok ünlü ve zengin olanlar da var. Yani her meslekte biliyorsun tüccar var. Onları aşağılamak ve kınamak istemiyorum, onlar böyle bir yola çıkmışlar. Bugünlerde hangi konu ilginç onu seçiyorlar, bütün konular onun üzerine. Basın toplantıları yapıyorlar. Yapılmasın mı, tabii yapılsın, kitap satsın. Ben bunlara karşı değilim ama benim has edebiyat dediğim ve okumaktan da zevk aldığım, kendimin de yapmaya çalıştığım bu. Ne kadar yaptığımı bilmiyorum ama yapmaya çalıştığım şey; bir meselesi var da onun için uğraşıyor. Yani Türkiye'nin meseleleri var ama o meseleler dünyanın da meselesi. Yani buradaki iklim meselesi dünyanın da meselesi. Marmara Denizi'ndeki balıkların eksilmesi sadece bizi ilgilendirmiyor. Hem Karadeniz'deki komşuları, hem de Ege'yi ilgilendiriyor - hatta bütün dünyayı. O zaman onunla ilgili Yaşar Kemal oturup "Deniz Küstü"yü yazıyor. "Deniz Küstü" bir balıkçı ile onun bir yunus arasındaki aşkını anlatan bir kitap değil ki. Marmara'nın çığlığı, Türkiye'nin çığlığı. O balıkçıları insan olmaktan çıkarıp vahşi, zalim yaratıklara dönüştüren ve bizim ne iğrenç dediğimiz ama onun çocuğuna yemek götürmediğinde, işte yedi - sekiz çocuğu var, ‘Niye yedi - sekiz çocuk yapıyorsun’ diye karşısına dikilip bağırıyoruz. Çünkü ona kimse bunu anlatmamış, bir eğitim verilmemiş. Ama biz o adamla ya da o kadınla karşısına dikilip, ‘İlle de oğlan doğurmak için kaç tane doğurdun’ diye bağırıyoruz. Çünkü o öyle bir sistemin içinde yaşıyor. O bizim gittiğimiz devlet okullarına gidememiş, annesi eğitimli değilmiş. Bunları sorgulamamız gerekirken, birbirimizi düşüyoruz. Ama bir adam çıkıyor ya da bir kadın - Yaşar Kemal, “Deniz Küstü”yü yazıyor. Hala okuyoruz. 60'larda, 70'lerde yazmış ve üstelik müsilaj felaketinde de bayrak öncü kitaplarından birisi oldu. Yeniden satılmaya ve okunmaya başladı. Bu ne kadar kalıcı olduğunu da gösteriyor. O yüzden Yaşar Kemal'in hep meselesi vardı, Adalet Ağaoğlu'nun da öyle, Halide Edip'in de öyle... Meselesi varsa bu mesele kişisel mesele olmaktan çıkıyor zaten. O mesele dokunduğu insanların da benzer meseleleriyle ilişkili olduğu için onların ilgisini çekiyor.
Ondan sonrası sizin hikaye kişiliğinizle ilgili. Ben onun da doğuştan geldiğine çok şiddetle inanıyorum. Yani evet, çok güzel bazı arkadaşlarımız atölyeler yapıyorlar; yazarlık atölyesi, yaratıcı yazarlık atölyesi... Ben bir kaç kere yapmak durumunda kaldım, isteyerek değil. Orada hep şunu söyledim, ‘Burada girip yazar olmayı öğrenemezsiniz,böyle bir şey yok. Ama iyi okur olmayı öğrenirsiniz.’ Bu da çok önemli bir şeydir. Yani iyi bir edebiyat öğretmeniniz ya da okuyan bir anneniz, babanız yoksa iyi okur olmayı öğrenemiyorsunuz ve o kadar çok kitap alıp okuyan ama hiç edebiyat zekası gelişmemiş gençlerle karşılaşıyorum, bazıları arkadaşım... Kıyamıyorum da söylemeye. Diyor ki, ‘Şu yazarı çok seviyorum.’ O yazar her televizyon ya da YouTube kanalına çıkan, her yerde profilini gördüğümüz birisi. Etkileniyor çocuklar tabii, ‘Onun okuruyum ben’ diyor ama sorduğumda onun nesini seviyorsun? Yok bir şey, bulamıyor. İşte orada o çocuğa iyi okur olmayı yani sana bir şeyler kazandırmalı - hem haz, lezzet, okuma lezzeti... ‘Vay canına, ne kadar güzel yazmış’ dedirtmeli, ‘İşte bu, işte benim aradığım şey bu!’ dedirtmeli. Hayatımı çözebileceğim, anlamlı kalabileceğim, kapının anahtarı bu dedirtecek şeyler söylemeli. Bunun için o kişinin de sorunlarını yazarak çözüyor olması gerekiyor. O kişinin de o ateşten yol üzerinde ateşte yürümüş olması gerekiyor kendince. Bunu yapmıyorsa, şan şöhret için yapıyorsa - elbette o da emek veriyor ama - onun benim hanende yani ona ayıracak zamanım yok benim demek istiyorum. O yüzden neden yazarız? Sadece haberleşmek ya da bilgili olmak için değil, edebiyat anlamında söylüyorum, hatta artık popüler kitaplarda da biz seninle paylaşıyoruz bu Alttakiler kitabı mesela, sadece feminizm ile ilgili bir kitap falan değil. O kadar çok tarihe ve bilime atıflarda bulunuyor ki bilmediğim, kaçırdığım çok şeyi merak ettiriyor bana, kitabı bırakıp onu araştırmaya gidiyorum gibi bir şey.
U.P.: Eksik olmayın! Çok güzel anlattınız. Neden yazıyorum? Gerçekten çok güzel anlattınız. Şimdi ben burada şimdi tekrar dönmek istiyorum biraz önceki sorduğum soruya. Ama yazmanın muhakkak avantajları da var ve sizin gibi üretken bir yazar hayatında yazmanın avantajlarını yaşıyor mu?
B.U.: Evet, yazmasaydım delirecektim. Delirmiyorum mesela, daha normalmiş gibi davranıyorum. Yani şöyle bir şey oluyor; eğer yazmasaydım herhalde ve yayınlamasaydım - bir de yayınlama kısmı var - yani yazıp da dolabında saklamak var. Tıpkı çok iyi bir fırın ustası olursun, nefis ekmekler yaparsın ama ekmeklerini kimse yemiyorsa onlar birikip mantar falan oluşmaya başlar, küflenir ve korkunç... O binanın, o odanın içinde zehirlenip sen de gidebilirsin, ölebilirsin. Onları paylaşmadığım sürece çok güzel.
U.P.: Burada şuraya geleceğim, şunu not almıştım program öncesinde; düşüncelerimizi dışa vurmanın, konulara odaklanma ve zihinsel boşluk yaratma imkanı yaratmanın bir yolu belki de. Şimdi, siz sonuçta paylaşıyorsunuz iklim kurgu yazarken, sonuçta iklim sizin de bir mesleğiniz. Dünyanın bugün en büyük meselelerinden bir tanesi, krizi yaşıyoruz ve kitaplarınızda esasında iklim krizinin ve biyoçeşitlilik kayıplarına da dikkat çekiyorsunuz. Yok oluşlardan bahsediyoruz. ‘Tabiat dörtlemesi’nden bahsediyorum mesela. Sonuçta sizin sürekli zihninizdeki o düşünceyi bu şekilde paylaşmak, aktarmak ve belli ölçüde bir zihinsel boşluk yaratma imkanı tanıyor mu gerçekten? Bu bir gerçek olarak değerlendirilebilir mi ve psikologların bahsettiği, belki bu birazcık daha şey olacak ama psikolojik mesafe kavramıyla yazma arasında bir ilişki var mı acaba böyle bakacak olursak?
B.U.: Aslında bunu bir psikolog benden daha iyi kanıtlayabilir ama ben şöyle yanıtlayabilirim; hani yapacaklar listemiz vardır ya hepimizin - kesinlikle benim içime o yazılı olmalıdır, o yapacaklar listesi... İster dijital ortamda, ister kağıt üzerinde onları çizerim bittiğinde ve o sırada müthiş bir haz yaşarım. Bilmiyorum sana da olur mu? Yani, yapmam gerekenleri, bir iş için, bir de aileyle ilgili, ne bileyim, yemek yapılacaktır ya da işte şu seyahate gidilecektir, bilet ayrılacaktır falan. Onları çizdikçe onları yapmaktan ziyade yapabiliyor olmak önemli. Yani insanın aslında - yine biyolojiye gidiyoruz ama - biliyorsun her şeyin anası biyoloji, temeli biyoloji... Biyolojik olarak işe yaramak sadece zihinsel bir sağlık getirisi değil. Yani işe yarıyorum, ne yapıyorum - eğer çocuğum varsa onun ihtiyaçlarını olabildiğince yerine getiriyorum, iyi bir anneyim veya babayım duygusu geliyor ama aynı zamanda fiziksel olarak da işe yarıyorsun. İşte ne bileyim, artık bankaya gidilmiyor ama diyelim ki bankaya gidilecek, o gidişte de yürüyorsun.O ikisi bir arada, hem o işi bitirmek, hem de yapabiliyor olmak. Yani yataktan kalkıp, üstüne yeni bir şey, temiz bir şeyler giymek, giyebilmek... Çünkü bunların her birisi aslında bir efor. Bunu pandemiden sonra çok gördük. Bence belki şöyle bitirmek güzel olabilir, bunu planlamadım, şimdi aklıma geldi, bilmiyorum doğru mu yapıyorum? Tıpkı arkadaş seçerken nasıl ince eleyip sık dokuyorsak, nasıl yani? Şöyle; şimdi mesela seninle kısa bir vakit geçirdik ama o kadar. Bence derinlikli ve güzel geldi ki bana, iyi bir duyguyla ayrılıyorum ve bir şeyler öğreniyorum aynı zamanda. Çünkü devamlı sen bir şey veriyorsan çok sıkıcı bir ilişki oluyor. Böyle öğretmen - öğrenci ilişkisi oluyor. Ama arkadaşlarımızı seçtiğimiz kadar dikkat ve ciddiyetle kitaplarımızı seçmeliyiz, yazarlarımızı seçmeliyiz. O zaman ne kadar çok okuyacak kitap kaldı diye daha az dertlenebiliriz. Çünkü iyi dost seçer gibi, iyi yazar seçmek de bence mümkün. Hmmm fena olmadı bu cümle galiba...
U.P.: Şahane bitirdiniz, gerçekten şahane bitirdiniz. Çok güzel oldu, ağzınıza sağlık. Ben çok teşekkür ederim bu değerli söyleşi için. Çok güzel bir söyleşi olduğunu düşünüyorum ve bu seride Gündüz Hoca da yer alacak. Sizden sonra Gündüz Vassaf ile de konuşacağım, aynı soruları ona da soracağım. Öyle planlamıştım, iki yazar seçmek istedim.
B.U.: Bakalım benzer şeyleri mi söyleyeceğiz.
U.P.: Evet...
B.U.: Ben öyle düşünüyorum. Bir de cebinde o da benim gibi defter taşıyormuş. Yeni öğrendim, ona defterler alıyorum, onu da söylersin lütfen. Ben de defter gibiyim, defter hastasıyım. Sen de biraz öylesin.
U.P.: Kırtasiye de ayrı bir yerde benim için.
B.U.: Bayılıyorum.
U.P.: Kalem kullanmak ve küçük not defterleri olması çok önemli benim için de. Valla eksik olmayın.
B.U.: O da öyleymiş.
U.P.: 12 Aralık'ta yaptık biz bu kaydı. Bugün Gündüz Hoca'yla da aynı şekilde buluşacağım. O da Boston'da, ABD'den bağlanacak. Onunla biraz daha akşam saatlerinde görüşeceğiz ve arka arkaya çok güzel bir söyleşi olacağını düşünüyorum. Tabii ki söyleyeceğim.
B.U.: Bir gün üçümüz de buluşalım ve sahiden fiziksel buluşalım, öyle devam edelim.
U.P.: Bugün konuğum Buket Uzuner idi. Yazma üzerine, yazmak neden değerli bir eylem sorusu üzerine konuştuk. Aynı seride Gündüz Vassaf ile de konuşacağız. Bundan sonraki programda da Gündüz Vassaf olacak, şimdiden söyleyeyim. Ben çok teşekkür ediyorum Buket Hanım size tekrardan, dinleyicilerimize de iyi akşamlar diliyorum. Önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetler’de buluşmak üzere hoşça kalın.